Paylaş:

Dünyaca tanınan ABD’li deneme ve roman yazarı, kuramcı, eleştirmen ve insan hakları savunucusu Susan SONTAG’ın, Frankfurt’ta barış ödülünü alırken yaptığı konuşmada edebiyatı; ‘daha büyük bir hayata, yani özgürlük alanına giriş pasaportu olarak’ ele alması dikkat çekicidir. Özellikle Amerika’da özgürlük mücadelesi ile de ön plana çıkan yazarın ‘edebiyat ve özgürlük’ ilişkisine getirdiği yeni açılım, üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. Bu anlamda edebiyatın, insanlığın özgürlük mücadelesinde önemli bir kilometre taşı olduğunu da hatırlatmakta fayda vardır. Özellikle de genç kuşakların yetişmesi ve yönlendirmesindeki rolü inkâr edilemez. Bir bakıma gençlik için de edebiyat ‘özgürlük pasaportu’ gibidir.

Genç bireyler olarak edebiyata başlamanın ya da edebiyatla ilgilenmenin ilk adımlarından biri; özgür bir zihin yapısına ve özgür bir ortama sahip olmaktır. Her edebiyatsever öncelikle duygu ve düşüncelerinin önündeki engelleri kaldırarak Mehmet Akif’in tabiriyle ‘asrın idrakine’ bütün gerçekleri haykırabilmelidir. Bu en çok da genç zihinlere yakışır. Bunun için de duygu ve düşünce dünyasında kulaç atan her kalem erbabı, hiçbir dış tesir ve baskı altında kalmadan doğruları cesurca haykırabilmeli ve yazabilmelidir. Özellikle içine sevinç, hüzün ve de umutlarını daha baskın ve sanatlı bir üslupla dile getirip yazan genç edebiyatçıların ürünleri (hikâye, roman, deneme, şiir vs…) bu anlamda daha bir ehemmiyet kazanır.  Çünkü onlar ortaya koydukları ürünlerin içine çoğu kere kendilerinden bir parça koyarak daha içten bir yaklaşım sergilerler. Asıl ürüne lezzet veren de bu ‘kendinden bir parça’ ilave etmek değil midir? Bu yönüyle özellikle de genç edebiyatçılar, farkında olmadan kendi resmini bütün ayrıntılarıyla ürünlerine yansıtır.

Çoğu kere dış dünyanın esareti, iç dünyamıza yeni özgürlük kapıları aralar. İçimiz daraldıkça ruh dünyamızın sınırları genişler. Genişleyen sınırlarla birlikte yeni kapılar açılır gönül penceremizde. İlham perileri dört bir yanımızı kuşatırken, bir inci gibi kelimeler gönül soframıza konar. Ve tarihe ışık olacak cümleler peşi sıra kayda geçer farkında olmadan.

Özellikle edebiyatçıların yaşantıları ve verdikleri ürünlere göz attığımızda bu tezin büyük ölçüde doğrulandığını görürüz. Genelde şiir vadisinde ter döken şairlerin ürünlerinin bu yönüyle ele alınması gerekir. Sadece şairlerin değil, yazar ve sanatçıların da ürünleri bu ipucunu ele veriyor. Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Tevfik Fikret, Cemil Meriç… bu anlamda bir çırpıda akla gelen birkaç örnek.

Bilindiği gibi Namık Kemal’in kaleme aldığı olaylı ilk tiyatro eseri olan ‘Vatan Yahut Silistre’ oyununun 1 Nisan 1873 tarihinde İstanbul Güllü Agop tiyatrosunda sahnelenmesinin akabinde bir dizi hadiseler yaşanmış ve Namık Kemal, Magosa’ya sürgüne gönderilmiştir. Namık Kemal, sürgün ve zindan hayatı yaşadığı otuz sekiz ayda ömrünün en verimli eserlerini vermiştir aslında. Çünkü onda dış dünyanın esareti, iç dünyasının aydınlanmasına ve dolayısıyla da verimli ürünler vermesine neden olmuştur. Yine yeri gelmişken Namık Kemal’in, Abdülhak Hamid’e yazdığı bir mektupta; ‘edebiyatın vatana askerlik kadar hizmet ettiğinin’ altını çizmekte fayda vardır.

Aynı şekilde Türk edebiyat tarihinde ismi roman türü ile özdeşleşen ve iki yüz civarında esere imza atan velut yazar Ahmet Mithat Efendi, Rodos’ta sürgünde bulunduğu dönemde verimli çalışmalara imza atmıştır.

Ancak edebiyat tarihimizin en melankolik yazar ve şairlerinden olan Tevfik Fikret bir başka dünyanın insanı olarak karşımıza çıkar. Belki de yaşadığı iç buhran olmasa Tevfik Fikret bugün hatırlanmayacaktı. Bu yönüyle Tevfik Fikret, Türk edebiyat tarihinde ‘fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür’ bir koridor açmıştır. Bu koridor bize edebiyatın özgür dilini de ifade etmektedir aynı zamanda.

Çünkü o;

‘Ne kimseden bir bağış, ne bir destek isterim

Kendi evrenimde, kendi göklerimde uçar giderim.

Boyun eğmek kölelik zincirinden daha ağırdır boynuma,

Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir şairim.’

derken, aynı zamanda edebiyatın –şiirin- felsefesini/poetikasını da ortaya koymaya çalışmıştır. Bu nedenle olsa gerek yaşadığı bohem hayatın etkisi ile yazdığı şiirler edebiyata yeni bir nefes olmuş ve Servet-i Fünun edebiyat akımının ortaya çıkmasında da öncü rol almıştır.

Cemil Meriç ise; karanlığın narını aydınlığın nuruna dönüştürerek kendisine özgür bir dünya oluşturan ender yazar-düşünür-edebiyatçılarımızdan biridir. Meriç, fildişi kuleyi hiçbir zaman terk etmemiştir. O, ‘miskinler tekkesinin’ aydınlanmış mistik bir talebesi gibidir. Miskinler tekkesinden ateş hattına yazdığı makaleler ile fırlamıştır sürekli. Onun fildişi kulesi, bir ‘yangın kulesi’dir. Cemil Meriç ise o kulede bir nöbetçi… Otuz sekiz yaşında gözlerini kaybedince iyice yalnızlaşan Cemil Meriç, düşünce dünyasında daha da kanatlanmaya başlamıştır. Yaşadığı zamana/çağa aykırı bir hayat profiline sahiptir. Yalnızlık, tedirginlik, hapis, idamla yargılanma, gözlerini kaybediş… vs. O, hayatını şöyle özetler:

Hayatım bir trajedidir. Birinci perde evleninceye kadar geçen zaman: Yıldızsız, Allahsız, cıvıltısız, katran gibi gece, vıcık vıcık ızdırap. Birkaç şehri fethe yeten bir enerji yel değirmenlerine saldırmakla harcanır. İkinci perde izdivaçla başlar. Daha büyük, daha derin, daha uzun acılar. Fakat vahaları olan bir çöl bu ve göğü yıldızlarla dolu: Çocuklarım, kitaplarım…’

O, bu aykırı zaman ve zeminde yaşayabilmek için, ‘kendine ait bir dünya inşa etmek zorunda’ hissetmiştir. Tıpkı Virginia Wolf’un ‘kendine ait bir oda’ oluşturması gibi. Zola’yı, korkutmayan, gevşetmeyen gençliğinin tanrılarından; Balzac’ı edebiyattaki ilk aşkı; sosyalizmi ise ideolojilerinden görür o dönem.

Özellikle onun gözlerini kaybettiği dönemde kaleme aldığı günlükler (jurnal-1, jurnal-2) kelimelerle oluşturduğu o çıplak dünyayı bütün aydınlığıyla bize yansıtır. Ruhuna işlediği özgürlük pasaportuyla bizi başka bir âleme götüren Jurnallerinde Cemil Meriç, bütün çıplaklığıyla kendi iç dünyasını okuyucusuna sunar. O, ömrü boyunca elinde demir asa, ayaklarında çarık ile Hint’i keşfe; düşünce cıngılında sonsuza yürümeye ve geriye kalıcı eserler bırakmaya çalışmıştır.

Bütün bu edebiyatçılar özgürlük koridorunda olgun meyvalarını gençliğin kendilerine verdiği enerji ile vermişlerdir hiç şüphesiz. Ellerindeki özgürlük pasaportu ile bütün kapıları açabilmeyi başarmışlar ve duygu-düşünce vadisinde kalıcı izler bırakmaya devam ediyorlar. Biz gençlere düşen ise, o ayak izlerinin esrarını keşfetmek…

Aslında birbirini tamamlayıp bütünleyen edebiyat ve özgürlük kavramları, aynı zamanda bir turnusol kâğıdı gibi kendilerine gönül verenleri de test eder. Özgürlüğün olmadığı ortamlarda edebiyatın, edebiyatın olmadığı yerlerde de ise edebin ve estetiğin esamisi okunmaz. Çünkü beynindeki esaret zincirlerini kıramayan genç kalem sahipleri yazdıkları ve ürettikleriyle hem kendilerine hem de çevresindekilere zarar saçabilirler. Ve bu durum da toplumda büyük yaralar açabilir. Bu nedenle de edebiyat ve özgürlük imbiğinden geçmiş kalem ve kafalar tarihe kalın çizgilerle not düşmüşlerdir, düşmelidirler de.

Temennimiz; o özgürlük vadisinde kalıcı ve aydınlatıcı eserler veren genç yeteneklerin artarak devam etmesidir. Genç kalem sahiplerinin de ellerinde bir kılıç gibi tuttukları kalemin özgürlük sınırlarını iyi ayarlamaları ve tarihi misyonun bilincinde olmaları gerekir.

 

 

Paylaş:

Leave comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.