AŞKIN RENGİ SİYAHTIR / Y.Tosun-öykü
Paylaş:

AŞKIN RENGİ SİYAHTIR

 

I.

Gecenin rengi kesiftir. Acı verir, acıtır. Öldürür, öldürür yeniden diriltir. Teslim olursun her şeyinle. Karanlığın içinden siyah bir kıl yalpalandıkça can bulursun. Oysa sen, o değilsin!… O sendedir, seninledir.

Bile bile kan tükürüyor, yalan söylüyorsun. Bunca zaman oyalandın, oynayadurdun. Bunu sen de biliyorsun! Şimdi yaralara neşter vurma zamanıdır. Cesur ol!… Bütün çıplaklığınla yüreğini yar!… Damarlarını akıt!… Gözlerini aç!.. Şimdi sen bir sunak gibisin! Her şey bitti!…

Uyanabilirsin artık!…

(…)

Yatağından kan ter içinde uyandığında uzun bir mesafeden koşmuş gibi nefes nefeseydi. Üzerinden silindir geçmiş gibi her tarafı ağrıyordu. Ne sağa ne de sola dönebiliyordu. Yorgan, yastık sırılsıklam olmuştu terden.

Ne yapmıştı? Ne olmuştu böyle kendisine. Hatırlamaya çalıştı.

Yorgun bir gecenin ardından kendini yatağa atmış ve deliksiz bir uykuya dalmıştı. Zamanı geri sarmaya ve neler yaptığını düşünmeye başladı. Ağır bir çekimde izledi o kareleri. Hatırlamaya çalıştıkça şaşkınlığı artıyordu. Sonra iki eliyle gözlerini ovuşturdu. Çapaklarını sildi. Gözü-gönlü aydınlandı. Nefesini düzenleyip sakinleşmeye, yatağında oturup kendini toparlamaya, kendine gelmeye çalıştı.

Bu hal çok sürmedi. Buzlar bir bir çözüldü. Anladı tüm bu yaşadıklarının bir rüya olduğunu. Öyle bir rüya ki sadece hayal âlemi değil, hal alemi de yormuştu onu. Derin bir nefes aldı oturduğu yerden. Yavaş yavaş ağrıları azalmaya, el kol hareketleri rahatlamaya başlamıştı. Kendini iyi hissetti.

Uzun süredir böyle kâbuslar görmüyordu. Kâbus mu, karabasan mı bilemedi.

‘Ne de olsa rüyadır’ deyip ayağa kalktı ve yavaş adımlarla lavaboya doğru yürüdü. Biraz başı döner gibi oldu ama kendini daha rahat hissetti.

Bir otel odasıydı burası. Yanı başında uyuyan hanımını uyandırmadı bile. Ilık bir duş aldı önce. Güzelce kurulandı ve ana caddeye bakan otel penceresinin önündeki koltuğa usulce oturup alaca karanlıkta dışarıyı seyretmeye başladı. Sabahın bu erken saatlerinde sokakta akan kalabalığı görünce vaktin yaklaştığını anladı. Artık uyandırabilirdi.

Fazla vakit kaybetmeden eşine seslendi:

-Hatice!… Hatice!… Hadi uyan, vakit geldi, bak herkes yola çıkmış bile!…

Hafifti uykusu Hatice hanımın. Uykulu gözlerle cevap vermekte gecikmedi:

-Tamam, tamam… Hemen hazırlanıyorum.

Ama asıl zor olanı çocukları uyandırabilmekti. Bereket ki bu sefer fazla uğraşmadı. Yorgunluk onları da erken uyutmuştu.

-Hadi çocuklar, siz de acele edin!… Bir an önce çıkmamız lazım.

Kurulmuş saat gibi hepsi uyanıp hazırlandılar hemencecik. Yaklaşık bir haftadır bu hal üzere alışmışlardı artık. İnsan bu, çok hızlı alışıyor yeni hale. Çabuk unutuyor eski halleri…

Her sabah olduğu gibi henüz şafak sökmeden abdestlerini kuşanıp hep birlikte yola koyuldular. Tabana kuvvet arşınladılar kaldırımları. Uzak mesafe olmasına rağmen mecburdular buna. Çünkü araç yoktu bu güzergâhta. O nedenle yürümeleri, hem de hızlı adımlarla yürümeleri gerekiyordu. Bismillah deyip arşınladılar yağ gibi akan yolu.

Kafile kafile O’na doğru akan insan seline karışıp gözden kayboluverdiler bir anda. Bir el onları itiyor, bir güç onları çekiyordu sanki.

Gecenin sabaha aktığı bu saatlerde insanlar akın akın yürüyorlardı. Sadece bu yol değil, bu civardaki bütün yollar araç trafiğine kapatılmıştı ve yine bütün yollar O’na akıyordu. Onca kalabalığa rağmen sessizlik hâkimdi her tarafa… Sessiz bir yürüyüş hali…

Öte taraftan tatlı bir esinti insanın yüzünü yalayıp geçiyordu. Saba makamında bir yürüyüş… Gök yıldızlarla kaynıyordu adeta. Dolunay yıldızların başında…

Bir heyecan, bir koşuşturma, bir telaş!…

Dört bir koldan tek bir noktaya kilitlenmişti tüm akış!…

Gözlerini açar açmaz ona doğru koşu halinde olan bir kalabalık… Adeta bir maraton gibi… Düzenli ahenkli, nizami…

Kaç sabahtır bu insan seliyle güne uyanıyor, o ritimle hayata akıyordu. Yaşam rutini bu değildi tabii ki… Ama cazibe merkezi bir mıknatıs gibi çekiyordu insanları. O da şimdi bu çekim merkezindeydi.

Çocuğun uyanır uyanmaz annesine doğru koşması gibi keremli Mekke sokaklarında kalabalıklar O’na doğru akıyordu. Sanki bir nehir menziline gürül gürül akıyordu. Bu göze, hem memba, hem mansap… Hem kavuşma, hem birleşme… Her şey bu merkezde neşet ediyor. Buradan neşv’ü nema oluyor her şey ilkin… Akabinde her tarafa dağılıyor kopyaları.

Bu akış yüzyılladır devam eden kutsal bir yürüyüş… Bir adayış, bir adanış ve onda yok oluş bu akış!…

O da karıştı O’na akan kalabalığa. Adımladı… Arşınladı O’na doğru akan sokakları, kaldırımları, koridorları, merdivenleri… Suyu insan olan nehir yatağına bıraktı kendini… Kıvrıla kıvrıla ona aktı, bağlılığını yeniledi adeta. Sular birikti aktıkça. İnsan seliyle göllendi kocaman yealan. Bir an geldi durakaldı yerli yerinde. Akıp gidemeyeceğini anlayınca el ele tutuştuğu oğlu Akif’le birlikte olduğu yerde durdu ve seyre dalmaya başladı aşkın merkezini.

(…)

Bir sel gibi etrafında akıyordu insan kalabalıkları. Aktıkça artıyor, arttıkça hızlanıyordu sanki.

Yüzyıllardır devam eden bir döngüydü şu an gördüğü manzara. Arzın merkezinin etrafında oluşan bir girdap!… Zaman zaman o girdapta kabaran köpükler hızlarına hız katıyordu sanki. O’na ulaşmanın hazzıyla kelebekler gibi nura doğru uçuyorlardı adeta. Sular seller gibi!…

Uzun süre bu manzaraya kilitlenip kaldı. Hayalden hayale daldı. Daldan dala konup uçtu. Kanatlandı adeta yedi kat semaya… Tüy gibi hafif, ses gibi inceldi ruhu. Kül gibi savruldu her tarafa… İçinden bir çığlık koptu bütün arşı titretircesine.

Seyrederken, seyir halindeyken oldu her şey…

O da bu seyir haline devam etti.

Derin tefekkür deryasını uzun uzun temaşa eyledi bu hal üzere. Ne kadar şükretse azdı. Sabah namazını Kâbe’nin İbrahim Makamı’na bakan cephesinde kılmaya çalışıyordu son birkaç gündür. O noktada oturup uzun uzun seyrediyordu aşk merkezini. Seyre daldığı bu manzara, ruh halini hem fena halde sarsıyor, hem de rahatlatıyordu. Hiç bu kadar etkileneceğini tahmin etmemişti işin doğrusu.

Kendini bir cazibe alanı içerisine girmiş gibi hissediyordu. Dünyadan, dünyada olup biten her şeyden kopmuş vaziyette.

 

II.

Bu hal üzere günler geceleri kovaladı. Güneş doğdu, ay görünmez oldu. Akşam oldu, sükûnet bir sis gibi çöktü her yana. Yıldızlar cıvıldayıp durdu gök sofrasında. Abdullah bey de yavaş yavaş hal ve de hayal aleminin çıkış kapısına yaklaştı. Ne de olsa gün sayılı, takvim rakamlıdır. Akreple yelkovan birbiri peşi sıra dönüp durmakta, zaman ırmak gibi akıp gitmektedir.

Ramazan Bayramının son günüydü. O kutlu belde de, dünyanın dört bir yanından gelen misafirlerini yavaş yavaş uğurlamaya başlamıştı. Sular durulmuş, kara görülmüştü. O tıklım tıklım dolup taşan Kâbe’deki kalabalık seyrekleşmişti. Bu nedenle de, Kâbe’nin bulunduğu zemin katta yer alan ecdat yadigârı revakların altında vakit namazlarını rahatlıkla eda edebiliyordu. Buradaki hava, ciğerlere iyi geliyordu. Onun bütün derdi, namaz sonrası ve öncesi uzun uzun o cazibe merkezini seyre dalmaktı aslında. Gerisi vesileydi… Daldıkça dalıyordu derin kuyulara… O kuyular ki ne Yusufları misafir etmişti. Ne Yakuplara göz yaşı olmuştu. Daha sonra da gözlere merhem, gönüllere deva olmuştu. Yusuf da saraylara sultan!…

Çünkü biliyordu; O’na yönelirken sadece burada başını kaldırıp O’nu doya doya seyredilebileceğini. Namaz kılarken onu seyretmenin hazzı bir başka oluyordu. Yine biliyordu, namazın yaratıcıyla birebir yüzleşme, görüşme anı olduğunu. Aracısız, randevusuz… Her buluşmada bunu yakinen yaşıyordu. Bunu yaşamanın anlatmakla özdeş olmadığını da biliyordu. O nedenle, ha bire yaşıyordu, yaşamak istiyordu bu duyguyu. Ta dibine kadar, iliklerine varıncaya kadar… Sınırı olmayan bir doyumdu bu.

Ama öyleydi!…

 

III.

Son günlerde boğazında büyük bir yumruk vardı sanki. Ne yutkunabiliyor ne de dışarı çıkarabiliyordu. A’rafta öylesine bekliyordu.

Evet, tam bir haftadır ailecek O’nun misafiriydiler. Temassız, randevusuz!… Bu zaman zarfında hayal bile edemediği tatlar damağında yer etmişti. Koklamış, tatmış, kana kana içmiş ama bir türlü doyamamıştı!… Öte yandan tatlı bir hüzün vardı yüreğinden akıp giden. Kepenklerini indiren gözkapaklarını kaldırdığında yine o manzara içine doluyordu. Kâbe’nin etrafında dönen ahenkli kalabalık adeta yatağını bulmuş sular gibi akıp gidiyordu. Irmak akıyordu yatağında… Gözlerinden yüreğine akan damlalar bir parça kendisini rahatlatıyordu ancak.

Engel olmamaya, hızını kesmemeye çalıştı. Nehir yatağını bulmalı ve akmalıydı denizlere, okyanuslara doğru.

Bu hislerle yılların eskitmek bir yana, tam tersine diri tuttuğu o esrarengiz merkeze takılıp kalıyordu sürekli. Zaman ve mekândan soyutlanmış bir vaziyette uçup uçup gidiyordu ötelere.

Kâinatın merkezi ile baş başa kalmak… Ya da o büyüleyici merkezin yanı başında oturup ona bakarken insanın içinin ona doğru oluk oluk aktığını hissetmek… Ona bakıp bakıp yine ona doyamamanın kesif acısını yaşamak… Var olma bilincini onunla birlikte yeniden kuşanmak…

Hayat, gözlerinde bayağılaşıyor, gerçeği kendi gözleriyle daha net görebiliyor insan böyle anlarda. Renkler asıl bu noktada gönül gözlerini açıyor. Lal olan diller şakırdıyor, kulaklar hakikati işitiyor ve kalp onu tasdik ediyor böyle anlarda. O’nun ateşiyle yanıp yanıp kül oluyor insan. Hallac-ı Mansur gibi Ene’l Hak’leşip Bir’de eriyip kayboluyor.

Yanı başında oturan Akif’in gözlerine baktı…

Ahhh!.. Akif!…

‘Gözlerin hiç böyle belirgin bir şekilde siyah rengini ön plana çıkarırcasına parıldamış mıydı?

Ya da gözlerini hiç böyle ışıl ışıl parıldarken görmedim Akif?’

Kendi kendine mırıldandı. İç geçirdi, derinlere inip hülyalara daldı.

Evet… Evet… Gözlerini hiç böyle canlı görmemişti yanı başında onunla birlikte Kâbe’yi seyre dalan yavrucuğunun? Masum bir çehre melekleşmişti adeta. Kâbe’nin siyah örtüsünün rengiyle boyanmış bir gözde kendi gerçeğini yaşadı. Hiç böyle siyaha vurgun olmamıştı. Siyahı hiç böyle canlı yaşamamıştı. Kâbe’yi kucağına alır gibi sarmalayan örtünün siyah heyecanıyla hislendikçe duyguları kabarmaya başladı. Kâinatın tam orta noktasının dört tarafını kaplayan o siyah aşk merkezinde eriyip gidiyordu tüm benliğiyle. O gün anladı; aşkın renginin kırmızı değil, siyah olduğunu. Yine o gün anladı; hakiki aşkın siyaha boyandığını. Meğer göz siyahta hakikati görürmüş.

Zihninde yeni bahçeler peyda oldu böylece. İçi eridikçe yüreğinde pencereler açıldı. Gönül kapısı açıldıkça açıldı… Şükretti, gözyaşı akıttı ve eriyip gitti sonsuza…

Ona bakarken aklı uçup gidiyor, dolup dolup taşıyor ama bir türlü göz pınarları oluk oluk akamıyordu bu sefer. Sanki göz kapakları bulutlarında biriken yağmurlarına bir set olmuştu. İnce bir sızı vardı içinde. Buharlı bir pencereden bakar gibi ona bakıyordu. Ne yağmur yağıyor, ne de kar!… Ama içinde çakan şimşekler yeri göğü inletip aydınlatıyordu sanki. Kendinden bir parçada yine kendini keşfetmişti bunca zaman sonra. Kendisiyle bütünleşmiş bir gözde kendini bulmuştu. Oysa mutluluk şimdi gözyaşlarında saklanmıştı.

 

IV.

Kâbe’nin siyahında eriyen duygularında yeşeren Akif, tüm hayallerinin kırılma noktası oldu o gün. Tüm düş ve ideallerinin ilham kaynağında, evrensel aşkın göbeğinde bir Kâbe’nin siyah örtüsüne, bir de yanı başında oturan oğlunun parıldayan siyah gözlerine bakıp bakıp durdu. O masum gözlerin içinde Kâbe’yi, Kâbe’nin renginde onun gözlerini gördü. Sanki ilk defa fark etmiş, ilk kez keşfetmişti o siyah rengi. Siyah zemin ve aşkın kanatlandığı merkez… Ciğerinden bir parçaydı Kâbe… Gözbebeğiydi artık onun için siyah renk ve Kâbe…

Meğer Kâbe’si yanı başındaymış da onu fark edememişti. Göz bakmıştı ama görememişti. Gönül kapılarını kilitlemişti bunca zaman. Ama şimdi sonsuza kadar perdelerini kaldırmıştı gönül dünyası. Gerçeği kendi aynasında bütün çıplaklığıyla idrak edebiliyordu artık. Huzur oluk oluk akıyordu her tarafından.

Onun aşkıyla bir pervane gibi kâinatın merkezinin etrafında dönüyor, her şavtta ellerini kaldırıp telbihlerle, tekbirlerle onu selamlıyordu. Yalınayak vaziyette, hızlı adımlarla bir an önce ona ulaşmanın aşkıyla kalabalığı yardıkça yarıyor, ama bir türlü aşk harareti dinmiyordu. O aşk ve şevk ile yedi şavt… Yedi vird… Yedi dönemeç… Ve sonuçta bir tavaf… Her tavaf sonrası iki rekât namaz kılıp ellerini ona doğru açıyordu. Adet olduğu üzere zemzemden kana kana içiyor; ellerine, kollarına, tüm vücuduna sürüyordu. “Aşk bu, arşın bu…” diyesi geliyordu. İnsanın meleki boyutuna şahit olduğu anları yaşıyordu.

Bu kaçıncı yedinci şavttı onun aşkının pervaneleştiği; bu kaçıncı tavaftı ellerinin semaya doğru açıldığı, bilemiyordu. Döndü… Döndü… Sular seller gibi döndü… O’na doğru koştu ayakları. Duaya yöneldi elleri… Döndükçe nefesi açıldı. Zihni açıldı. Kalbi durulaştı. Hafifledikçe hafifledi. Tüy gibi uçarcasına dönmeye başladı.

Akif’in çocuk masumiyetiyle kendini tamamen O’na bıraktı. O bırakışla uçarcasına dönüyor, döndükçe Akif’in siyah gözlerinde eriyip kayboluyordu.

Yeni bir durak, yeni bir başlangıç eşiğindeydi. Hiçbir renk ve dili ayırt etmeyen bir dergâhta ona vuslatın huzuru akıyordu her tarafında. Bedeninden soyutlanmış yalın bir ruh ile o huzur boşluğuna açtı avuçlarını. Gönlünü O’na akıttı. O’nda eriyip yok oldu.

Alnında biriken boncuk boncuk terleri sildi. Şefkatle saçlarını okşadı siyah gözlü kekliğinin. Gönül kapılarının açılmasına anahtar olmuştu o siyah gözler. Kızgın çöllerde bir vaha gibi imdadına yetişmişti gönül parçası. Yanağından öpüp bağrına bastı. Kırk yıllık hasreti içinde biriktirmiş gibi sarıldı, sarmaladı… Her sarılışta içi boşandıkça boşandı. İçi rahatladıkça yeniden dirildi hayata.

Gözleri önünde akıp giden beyaz kalabalığı görmüyordu neredeyse. O kendi iç dünyasına kapanmış, gönül aynasından seyrediyordu olup bitenleri. Kanatlanmıştı siyah gözlerin onda peyda ettiği nefesle.

Kâbe’den bir ses yükseldi yeri göğü inletircesine:

“-Al­lah her şey­den bü­yük­tür.

-Al­lah’tan baş­ka hiç bir ilâh ol­ma­dı­ğı­nı bi­li­yor ve ilân edi­yo­rum.

-Mu­ham­med’in, Al­lah’ın el­çi­si ol­du­ğu­nu bi­li­yor ve ilân edi­yo­rum.

-Hay­di na­ma­za ko­şun.

-Hay­di kur­tu­lu­şa ko­şun.

-Na­maz uy­ku­dan da­ha ha­yır­lı­dır.

-Al­lah her şey­den bü­yük­tür.

-Al­lah’tan baş­ka hiç bir ilâh yok­tur.”

Yaşadığı ruh halini taçlandıran o ulvi sesle ancak kendine gelebildi.

Bir diriliş, bir muştu gibi geldi ona bu çağrı.

İnsanlığın atası Hz. Adem’in nefesiydi bu ses.

Hz. Davut’un Mescid-i Aksa’da yankısını bulan yakarışıydı bu çığlık!…

Hz. Bilal yeniden haykırıyor ve insanlığı kurtuluşa davet ediyordu sanki.

O ses tekrarlana tekrarlana bu güne gelmişti.

Zamanı dalga dalga aşıp avuçlarımızın içine konuşlanmıştı adeta.

Geçmişin bütün kayıtlarını içinde barındırırcasına arza yayılıyordu.

Zamanı, insanı, çağı yenileyip yineleyen bir ses…

İşte şimdi o sese kulak veriyordu.

O da bu sese eşlik etti ve tekrar etmeye başladı içinden:

‘Allahu ekber Allahu ekber

la ilahe illallah…’

 

KAYNAK

AYDOS DERGİSİ Sayı: 30/2022

 

 

Paylaş:

Leave comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.