Vakıflar ne işe yarar?
Paylaş:

Kaostan Çıkış Reçetesi

İnsan mekanik bir varlık değildir hiç şüphesiz. Diğer canlı ve cansız varlıklardan farklı olarak düşünebilme ve karar verebilme özelliği vardır. Bu yönüyle de yeryüzünün en değerli canlısıdır. Yine bu nedenledir ki “Yeryüzünün Halifesi”dir de aynı zamanda. Bu da insana ağır bir sorumluluk yüklüyor haliyle. O da; birey olarak sadece kendisine karşı değil, birlikte yaşadığı diğer tüm insanlara ve dahi bütün canlı-cansızlara karşı görev ve sorumlukları olduğu hususudur. Yani yeryüzünde ahenkli ve adil bir yaşam için çaba sarfetmesi gerekiyor.

Yeryüzündeki yaşamın en önemli ve dikkat çekici yönü birlikte yaşamaya mecbur olmamızdır. Çünkü bireye indirgenmiş bir hayat felaketi de beraberinde getirir. Kalabalıklar arasına sıkışmış yalnızlıklar da… O nedenledir ki geçmişten günümüze bireyi toplumsal hayata teşvik edici ve yönlendirici birçok resmi, gayri resmi organizasyon, kurum, kuruluş, idare… teşekkül etmiştir. Devletler böylesi bir ihtiyacın ürünü olarak doğmuşlardır. Kanunlar, kurallar, anayasalar… Evet, bütün bunlar da aynı menbanın ürünü.

İşte tarihi neredeyse insanlıkla özdeş olan “Vakıflar” böylesi bir ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Neredeyse tarihin bütün safhalarında her ne kadar ismi ve teşekkülü farklı olsa da var olagelmiş ve tesiri büyük olmuşlardır.

Tamamen gönülden gelen bu sosyal, hukuki ve ekonomik yapılanma zamanla bir medeniyet zinciri oluşturmuştur. Ve halen de o bereketle medeniyetin gölgesinden istifade etmekteyiz. Ne zaman ki vakıflar zayıfladı, işte o zaman insanlarda sosyal çalkantılar da baş gösterdi. İnsanlık felaketlerle karşı karşıya kaldı. Bu tarihi gerçeği yeniden hatırlamak, hatırlatmak ve yaşatmak önemli bir vazifedir.

Çünkü insanlık karanlık bir tünele doğru akıyor. Bir çıkmazla karşı karşıya. Bu darboğazdan kurtuluşun hal çareleri üzerinde kafa yormak zamanı. Bu yönüyle vakıf müessesini yeniden gündemimize almak gerekir. Aynıyla olmasa bile kaostan bir çıkış felsefesi oluşturma adına faydalanabiliriz.

Kurumlaşmış Bir Yardım Anlayışı

Künhüne vakıf olmak için kelime kökeninden başlayarak anlamaya çalışalım.

Kelime olarak “durmak”, “durdurmak” manasına gelen vakıf sözcüğü İslâm hukukunda, bir mülkün bütün faydasını insanların yararına bırakarak, başka birinin mülküne geçmeyecek şekilde kullanımının devamını sağlamak anlamında kullanılmaktadır. Vakıflar da bu bağlamda bir yardım anlayışının kurumlaşmış halidir. Zamanla bir kartopu gibi büyümüş, gelişmiş ve nihayetinde de müesseseleşmişlerdir.

Bir defa en başta belirtmekte fayda var: Vakıfların çıkış noktası, dayanağı tamamen dinidir.

“İyilikte ve (Allah’ın yasaklarından) sakınmada yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (Maide – 2)

İslam’ın yardımlaşma-dayanışma ile emir ve yasaklarından doğan vakıf, asırlarca insanlığa hizmet etmiş dini, hukuki ve sosyal bir müessesedir. Görüldüğü üzere ihtiyaç sahiplerine yardım etme düşüncesinin ürünü bu müessesinin kaynağı Kuran’ı Kerim ve sünnettir.

Ebu Hüreyre (r.a.)’den nakledilen hadis-i şerifte Hz. Peygamber (sas);

“İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak devam eden sadaka (sadak-i cariye) sahibi, faydalanılan ilim ve kendisine dua eden evlad bırakanların amel defterlerinin hayır hanesi açık kalıp kapanmaz” buyurmaktadır.

Vakıfları da sadaka-i cariye kabilinde değerlendirmek lazım. Vakıf olduğu müddetçe devam eden bir amel yani. Bu nedenledir ki bu hayırlı hizmet genel kabul görmüş ve inananlar birbiriyle yarışmışlardır adeta.

 

İlk Vakıf Kâbe

Vakıf; insanlık tarihinde atılan ilk doğru adımlardan biridir. Öyle ki; vakıf müessesesi, insanlık tarihi kadar eskidir. Bilinen en eski vakıf da Kâbe’dir. İnsanların yararına tesis edilen ilk ibadet evi olması yönüyle insanlık tarihinin ilk ortak vakıf malı gibidir. Dolayısıyla Kâbe’den sonra insanlık tarihinde insanlığın ortak yararlarına vakıf kurumları hizmet etmiştir.

“Şüphesiz ki, insanların yararına ilk konulan ibâdet evi, âlemler için mübarek olan ve doğru yolu gösteren Mekke’deki mâbeddir.” (Âl-i İmran-96)

Hazreti Peygamber, Medine’de kendisine ait bulunan hurma bahçesini vakfedip gelirini İslam’ın savunma gerektiren ihtiyaçların karşılanmasına tahsis etmiştir.

Fedek’te bulunan hurmalığını da yolculara vakfetmiştir.

Böylece Hz. Peygamber vakıf yolunda ilk adımı atmış ve sahabeler de onun yolunda ilerlemiştir.

Hz. Peygamberi örnek alan Hz. Ömer Semg hurmalığını, Hz. Osman da Rume kuyusunu vakfetmiştir.

“Sevdiğiniz şeylerden    (Allah için) harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” (Âl-i İmran – 92)

Nitekim Hz. Ömer:

“Ya Rasulullah! Nazarımda çok kıymetli bir bağa sahip oldum. Bu hususta ne buyurursanız öyle yapacağım.”

Hz. Peygamber:

“Bu hurmalığın aslını vakfet artık o satılmaz, hibe edilmez ve varis olunmaz. Onun mahsulü sadece infak edilip yedirilir.” buyurur.

Bunun üzerine Hz. Ömer’in Semg hurmalığını -arazisini- vakfettiği rivayet adilmektedir.

 

Anadolu’nun Müslümanlaşmasında Vakıflar

Anadolu’nun Müslümanlaşmasında vakıflar önemli bir etken olmuştur. Anadolu Selçuklu Zamanında kurulan Altun-Aba Vakfı buna örnektir.  Vakıf Konya’da kurulmuştur. 18 odası bulunan hanın gelirinin beşte birinin yerli ve yabancı olup da İslam dinini kabul eden Hıristiyan, Yahudi ve Mecusilerin yemek, elbise ayakkabı ihtiyaçlarını gidermek ve Sünnet edilmeleri, namaz kılacak kadar Kuran öğrenebilmeleri için gerekli masrafların karşılanması amacıyla vakfedildiği vakfiyesinde yazılıdır.

Söz vakfiyelere gelmişken küçük bir hatırlama yapmakta fayda vardır:

Vakfiyelerin giriş kısmında hamdele, salvele ve hayrı teşvik sözleri yer alır. Vakfın hizmet şartları ise ikinci kısımda yer alır. Sonuç bölümünde kimsenin buna müdahale edemeyeceği ve değiştiremeyeceği ile dua ve beddua yer alır.  Sonda da imzalar vardır. Özellikle dua ve beddua kısmı vakıf hizmetinin devamı için önemlidir. Böylece vakıf malı ve hizmeti koruma altına alınmış oluyor.

Zaten vakıflar, hukukî ve kurumsal boyutu ile süreklilik esasına dayalı olarak sosyal yardımlaşma ve dayanışma işlevlerini yürüten kurumlar değil midir? Vakıflar, işte bu sürekliliğe teminat altına alma esasına dayanıyor aslında.

Ayrıca İslam dininin sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya büyük önem vermesi ve İslam’ın sancaktarlığını yapmış olan Selçuklu ve Osmanlı gibi güçlü Türk devletlerinin de bu tarihi misyonu devralması vakıfların bu yönünün gelişmesinde önemli bir etken olmuştur.

Emeviler ve Abbasiler zamanında büyük gelişme gösteren vakıflar Selçuklular zamanında kurulan Nizamiye Medreseleri ile çıtayı daha da yükseltmiştir.

Böylece İslam dünyasının her yerinde Halifeler medreseler kurmada birbirleriyle yarışır hale gelmiş ve vakıf faaliyetleri böylece geçmişten günümüze kalıcı bir hal almıştır.

 

Osmanlı Vakıf Medeniyeti

Bu tarihi misyonu devralan Osmanlılar da Doğudan aldığı vakıf kültürünü Batının tesiri ile hem geliştirmiş hem de çeşitlendirmiştir. Yani Osmanlılar döneminde vakıflar bir merhale daha ileri gitmiş ve hizmet alanı daha da genişlemiştir.

Bu atılımın doğal sonucu olarak da vakıflar, Osmanlı’nın sosyal ve ekonomik yapısının gelişiminde önemli bir etken olmuştur. Bu yönüyle de denilebilir ki; Osmanlı medeniyeti bir vakıf medeniyetidir. Toplumun doğal akışı içerisinde ve gönüllülük esasına dayalı olarak vakıflar üzerinden yardımlaşma ve dayanışma ile müreffeh bir hayat sürmüştür. Bu nedenledir ki uzun soluklu bir medeniyet ile karşı karşıyayız ve halen de rol modeli olarak önümüzde durmaktadır.

Yeri gelmişken hatırlatalım ve hakkını teslim edelim. Osmanlı döneminde vakıfların, ilk kurucusu Orhan Gazi’dir. Orhan Gazi, İznik’te ilk Osmanlı medresesini kurarken, onun idaresi için, yeterince gelir getirecek gayrimenkul vakfetmiştir. Daha sonra bu vakıfları, çeşitli konularda kurulan diğer vakıflar izlemiştir.

Onlar bütün bu yaptıklarının menşeinin inanç olduğu bilinciyle hareket ediyorlardı ve yaptıklarıyla da topluma örneklik teşkil ediyorlardı.

Değil mi ki;

“Allah, insanların ihtiyaçlarını gidermek için bir kısım insanlar yaratmıştır ki, insanlar ihtiyaç duyunca onlara koşarlar. İşte onlar, Allahın azabından güvende olanlardır.”

 

Vakıf İnsanı Olmak

Aşağıda yer alan küçük gözlem vakıf hizmetlerinin bu fedakarane tavırlarla nasıl bir boyut kazandığını göstermek açısından önemli bir detaydır.
1874 yılında İstanbul’a gelen İtalyan seyyah Edmondo de Amics’in, gördükleri karşısında şaşırıp kalır ve ilgili şu gözlemlerini paylaşır bizlerle:

“Sultanların veya şahısların hayratıyla beslenen sayılamayacak kadar çok güvercin sürüsü var. Türkler, kuşları himaye edip beslerler. Kuşlar da onların evlerinin etrafında, denizin üstünde ve mezarların arasında şenlik eder. İstanbul’da her yerde, insanın başı üzerinde, dört bir tarafında kuşlar vardır. Şehre köy neşesi dağıtan ve ruhunuzdaki tabiat duygusunu durmadan yenileyerek içinizi serinleten cıvıl cıvıl sürüler, size şöyle dokunup geçer.”

Hatırlatmak gerekir ki; İslâmiyet’le birlikte, özellikle Osmanlı döneminde, bu kurum en zirve dönemlerini yaşamıştır.

Osmanlı toplumunda vakıflar o kadar önemli ve itibarlı bir müessesedir ki mali imkân bakımından toplumun en alt kademesinde bulunanları ile en üst seviyesinde bulunanlar arasında anlayış bakımından bir fark göze çarpmaz.

Bu bakımdan iki veya üç oda evi bulunan yaşlı ve kimsesiz bir kadın bile evinin bir ve iki odasını vakfetmek suretiyle bu anlayışa iştirak eder.

Nitekim Ortaköy’de üç oda evi olan Hakime Hanım’ın vakfı toplumun bu konuda ne kadar iyi ve ileri bir anlayışa sahip olduğunu göstermektedir.

 

Sosyal Adaletin İlacı

Türk-İslam kültürünün gelişmesinde çok önemli olan vakıflar, bunun yanı sıra hayat şartları bakımından insanlar arasında büyük ölçüde sosyal adaletin sağlanması ve farklılıkların kaldırılması açısından da mühim bir role sahiptir.

Ayrıca bugün Belediyelerin görevleri arasında bulunan hizmetler de geçmiş dönemlerde vakıflarca gerçekleştirilmiştir. Bunların başında şehirlerin su ihtiyacının karşılanması gelmektedir. Bunun için su bentleri, su kuyuları, çeşme ve sebiller vs. yaptırılmıştır. Yine, sokakların aydınlatılması, temizlenmesi ve şehirlerin güzelleştirilmesini gaye edinen vakıflar bulunduğu gibi, yol, köprü, konak yerleri tesisi için de vakıflar kurulmuştur.

Bilhassa Osmanlı Devleti’nin sosyal refah düzeyini en iyi biçimde bize gösteren imaret sistemi, vakıf müesseselerinin en dikkate değer olanıdır. Zira bunlar, çevrelerinde yer alan külliyelerle, Türklerin imar hususunda olduğu kadar, ilim, sanat, sosyal yardım ve dini müesseseler yapmaktaki maharetlerini ve üstünlüklerini bütün dünyaya göstermiştir.

Osmanlı toplumunda adeta bir darb-ı mesel haline gelmiş olan şu ifade vakıfların ne denli önemli bir yere sahip olduğunu açıkça bize göstermektedir:

“Vakıflar sayesinde bir adam, vakıf bir evde doğar, vakıf beşikte uyur, vakıf mallardan yer ve içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf bir mektepte hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır, öldüğü zaman vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa gömülürdü”

Böylesi bir tesir nedeniyledir ki; batı işgal ettiği topraklarda karşılarına çıkan en büyük engelin vakıf olduğunu görmüş ve önce vakıflarla ilgili yanlış bilgilendirmeler, akabinde de ortadan kaldırma yoluna gitmiştir. Ancak bu şekilde İslam ülkelerinde sömürgeci ve emperyalist emellerine kavuşacağını düşünüyordu. Nitekim Cezayir’i işgal eden Fransız’lar bu yola başvurmuş ve muvaffak da olmuşlardır.

Netice itibariyle Osmanlı Devleti’nin daha kuruluşundan itibaren başlayan ve devletin siyasi ve mali kudretinin artmasıyla orantılı olarak gelişen vakıflar iki kısımda ele alınabilir.

Bunlardan birincisi “aynıyla intifa olunan”, yani bizzat kendisinden yararlanılan vakıflardır. Bu tür vakıflara “müessesat-ı hayriyye” adı verilmekteydi. Bu gurup içerisine camiler, mescitler, medreseler, mektepler, imaretler, kervansaraylar, zaviyeler, hastaneler, kütüphaneler, sebiller ve mezarlıklar girmektedir.

İkinci kısım ise “aynıyla intifa olunmayan”, fakat birincilerin sürekli ve düzenli bir şekilde işlemesini temin eden bina, arazi, nakit para vs. gelir kaynaklarının teşkil ettiği vakıflardır ki, bunlara Osmanlılarda “asl-ı vakf” ismi verilmiştir.

Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam eden Evkaf-ı Hümayun Nezareti 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan kanunla ortadan kaldırılarak Başbakanlığa bağlı bir genel müdürlük haline getirildi. Bu kanunla Vakıflar Umum müdürlüğü kurulmuş oldu. Cumhuriyetten sonra vakıf mevzuatında ilk mühim değişiklik  5 Haziran 1935 tarihinde yapıldı.

 

Vakıf Ve Sivil Toplum

Yardımlaşma ve dayanışma bağlamında vakıfları da kapsayan STK’ların, toplumun değişim, gelişim ve yönetimindeki önemi gün geçtikçe artmaktadır.

Küçülen dünyamızda gün geçtikçe büyüyen STK’lar kaynaşma dayanışma, sivil inisiyatif ve toplumun değişim-dönüşüm taleplerine çözüm olma konusunda önemli bir kavşakta yer almaktadırlar.

Netice olarak diyebiliriz ki; İnsanlığın büyük bir buhran yaşadığı çağımızda, vakıf tecrübesinin günümüz koşullarına uyarlanmış haliyle yeniden canlandırılmasında fayda vardır.

Paylaş:

Leave comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.