Kayıp Öykü
Paylaş:

KAYIP ÖYKÜ

 Deniz çarşaf gibiydi. Bulutlar masmavi, sahil cıvıl cıvıldı.  Güneş gök tepesine aheste aheste tırmanırken arada bir koyu bulutlarla önü kesiliyor gibiydi. Buna rağmen bana mısın demeden yoluna devam ediyordu. Ağaçlar denizi hafif eğimli yamaçtan seyre dalmışlardı. Arada bir şov yaparcasına suya dalıp dalıp çıkan balıkçıl kuşları ise bu sessiz, sakin koya ayrı bir renk katıyordu. Saatlerce bu manzara seyredilse doyulamazdı.

Bir ara sahil kumsalında oynayan çocuklara gözleri takıldı. Rengârenk oyuncaklar, kovalar, kürekler, iş arabaları, şişme yelekler… Çocuklarda bir gayret bir gayret… Yan yana ev şekli verilmiş kum yığınları, ortasında ağaçlar ve siteye giriş kapısı… Kapının hemen yanında şekilli bir taş… Muhtemelen güvenlik kulübesiydi. Sapından kuma dikilmiş yapraklar site bahçesi görünümü veriyordu. Sanki yeni bir şehir inşa ediyorlardı. Çocuklar farkında olmadan hayal-yaşam dünyalarının resmini işlemişlerdi kuma.

Elindeki kovasıyla kardeşine kum taşıyan, güneşten esmerleşmiş minik kızın küçücük ellerine kilitlendi gözleri gayri ihtiyari. Kumdan yeni bir dünya için arı gibi çalışıyordu. Biraz sonra deniz dalgası çıkacak ve o kumdan şehir dümdüz olacaktı belki de. Ya da ani bir fırtına çıkacak ve o kumdan binaları oradan oraya savuracak! Yaşadığımız hayat da öyle değil mi nitekim…

-Ekrem bey çay içer misin?

-Hay çok yaşa!…

-Bana bir tane de su getiriver be!…

-Tamam, Ekrem bey…

– Haa…, bir de tost yapıver, kaşarlı olsun…

Çay her ne kadar onu daldığı hayal dünyasından uyandırmış olsa da yorgunluğuna iyi gelmişti. Belki de mahmurluk demek gerekirdi buna. Diğer günlere nazaran bugün daha sessiz, sakindi. Etrafında pek kimse yoktu.  Belki de gözlerinin kendini başka âlemlere götürmesi bundandı. Bir taraftan çayını yudumluyor, öte taraftan hayal aleminde yürüyüşüne devam ediyordu.

Güneşin kavurucu sıcaklığından bunalan bir grup gence takıldı gözleri.  Büyük bir keyifle su topu oynuyorlardı gençler. Topla birlikte suya bir dalıp bir çıkıyorlardı. Deniz, güneş, kum ve çocuklar… Muhteşem bir şölen, eşsiz bir mutluluk tablosu, harikulade bir huzur deryası…

Kumsalın bitimindeki yüksek tümsekte büyük çınar ağaçlarının yer aldığı gazinonun avlusundaki sandalyesinde oturmuş, öylesine kumsalı, denizi ve orada oynayan çocukları, gençleri seyre dalmıştı. Bu seyir onu hülyalara daldırıp derin düşüncelere sürüklüyordu haliyle. Çınar ağaçlarının hafif esen rüzgarla birlikte çıkardığı hışırtı apayrı bir huzur veriyordu ona. İş stresi ve şehir gürültüsünden uzak, güneş ve deniz ile iç içe küçük bir tatil geçirmek için buradaydı. Ne konuşmak, ne yüzmek, ne de yürümek istiyordu. Miskin miskin oturup kendisiyle baş başa kalması bir ilaç gibi geliyordu ona. Sadece arada bir, bir şeyler yemek, içmek iyi geliyordu. Çoğu kere yaptığı gibi uzun uzun oturmak, etrafı seyretmek, düşünmek, derinlere, daha derinlere yolculukta bulunmak ve geçmişi bir bir hatırlayıp yad etmek istiyordu. Ancak o zaman sonsuzluğa bir kuş gibi kanatlanıyor ve sırtındaki o büyük yükün hafiflediğinin farkına varabiliyordu. Yine böylesi anlarda bir şeyler okumak ve varsa yanında kâğıdı, kalemi (-ki hiç eksik etmezdi yanında kalemi, kâğıdı, kitabı) bir şeyler okumak, yazmak isterdi. Yıllardır bu alışkanlığını hiç usanmadan sürdürüyordu. Öyle ki; okumadan yazmadan edemiyordu. Hayatının rutin bir parçası olmuştu bu alışkanlık. Bu da ona ayrı bir huzur veriyordu. Okumanın, yazmanın; en samimi arkadaşıyla sohbet etmiş gibi içini boşalttığının ve rahatlattığının farkındaydı.

Bu arada uzun süredir “düğün” konulu bir öykü üzerinde çalışıyordu. En son katıldığı bir dostunun evlilik merasimi bu öyküyü yazmaya karar vermesine yol açmıştı. Şiir yazar gibi öykü yazıyordu. Kendisini yazmaya istekli hissettiği anlarda, zihninde öykü ile ilgili olup bitenleri hemen kâğıda aktarmaz ise daha sonra o yoğun hisleri yazıya aktarmak onun için çok zor oluyordu. Kâğıdı, kalemi sürekli yanında bulundurmasının sebebi de bu idi zaten. Zihin dünyasını yazıyla kayda geçiriyordu bir bakıma. Bu öykü yazma merakı ise; uzun süredir kendi kuşağıyla ilgili hatıraları kaleme alma düşüncesinden kaynaklanıyordu. Çağın olağanüstü hızlı akışına ve de değişimine inat hatıralarını canlı tutmak istiyordu. Çünkü o, kendi kuşağını özel bir kuşak olarak görüyordu. Dünyanın kabuk değiştirdiği bir zamanda gençliklerini yaşamışlardı. Henüz hesap makinesinin yeni yeni kullanmaya başladığı bir dönemden teknoloji çağına geçiş sürecini en bariz yaşayan ve bu nedenle de, özel bir ara döneme tanıklık eden bir kuşağın müntesibi olarak görüyordu kendisini.  Sadece siyah–beyaz televizyonun bile hayatlarında pek yer almadığı bir dönemden bilgisayar çağına geçişte bir yığın savrulma yaşamışlardı. İdeolojilerin hüküm sürdüğü bir nesilden, haz ve hızın ilk sıralarda yerini aldığı bir kuşağın içinde eriyip giden bir nesil oluvermişlerdi. Bu nedenle kendi kuşağını tüm yüreğiyle seviyor ve sürekli bu özel kuşağı kutsuyordu. İşte bundan dolayı elinden geldiğince o dönemki özel anılarını öyküleştirmeyi kendince bir sorumluluk görüyordu. Gördüğü, yaşadığı, tanık olduğu veya dinlediği o kuşağın aşklarını, hüzünlerini, ideallerini, sevdalarını, hülyalarını gelecek nesillere aktarmaktı yapmak istediği.  İşte bu düğün merasimi öyküsü de böylesi bir düşüncenin tezahürüydü. Oysa yıllardır birçok nikâh törenine, düğün merasimlerine katılmıştı ama bu seferki zihninde yeni şimşekler çakmasına vesile olmuştu. Azar azar törpülenip avuçlarının arasından kayıp gitmeye çalışan değerlere seyirci kalmak istemiyordu doğrusu. Kalabalıklar arasındaki yalnızlığı cımbızla çekmeye dikkat çekmekti gayesi. Başkaca da elinden bir şey gelmiyordu doğrusu.

Kendi kuşağının önemli fotoğraflarından biri olduğuna inandığı bu düğün öyküsünün giriş ve gelişme kısımlarını hiç takılmadan, önceden tasarladığı gibi kaleme almış ama günlerdir hatta haftalardır bir türlü final kısmını istediği gibi içine sindirerek yazamamıştı. Final şaşırtıcı ve dikkat kespetmeliydi. Öykü teknikleri çok da umurunda değildi doğrusu. Önemli olan duygularını gerçekçi olarak, içten bir üslupla kâğıda aktarmaktı.  Aslolan da bu değil miydi zaten? Böylesi duygularla birkaç kere yazma denemesi yapmış, fakat sonuç kısmı onun içine tam anlamıyla sinememişti. Ha bire demleniyordu öyküsü… Bu nedenle de sürekli kafasında tamamlanmamış, yarım kalmış bir öykü ile dolaşıyor ve bu yarım öykünün zaman zaman rüyalarına bile girdiği oluyordu. Heybesinde taşıdığı kendi kuşağının gerçek öyküsü de böyle gözüküyordu işin doğrusu.   Tamamlanmamış bir öykü, yarım kalmış bir şiir, sahnelenmemiş bir oyun… Tam da kendi kuşağının dramını ifade ediyordu bu tarif ve tanımlamalar… Son dönmelerde ne zaman yalnız kalsa, zihin dünyası o yarım kalmış öyküde gezinip duruyordu. Aslında yazmak böyle bir şey olmalı diye düşündü. Yazmak istediğin öykü, deneme, şiir günler, haftalar belki de aylar, yıllar öncesinden zihinde dolaşıp durur. Sürekli düşünür, taşınırsın… Ta ki; olgunlaşma vakti gelip ortam oluştuğu vakit, kâğıda geçerek kalıcılaşmaya başlar. Yazmak; sadece kalemi eline alıp bir şeyler kâğıda aktarmaktan ibaret değildir şüphesiz. Kâğıda kalem aracılığıyla aktarılan öykü, hikâye deneme, şiir… uzun bir süre doğum sürecini ve sancısını yaşar. Yani; yazının uzun bir arka planı ve geçmiş zamanı vardır anlaşılan. Bu öyküde de öyle oldu. Hatta daha fazlası…

Denizle güneşin birleştiği ufuk çizgisinden akşam güneşi batmak üzereydi. Günün son ışıltılarının denizde oluşturduğu turuncu yakamozu, kıyıda üzerine oturduğu yosunlu taştan seyrediyordu. Bu harikulade manzara karşısında bile beyninin bir köşesinde ne kadar istemese de o yarım kalan öykü ile mücadele ediyordu. Özellikle öykünün sonuç faslına geldiğinde tıkanıp kalıyordu. Tam öyküye konsantre olduğu esnada, yanından geçip sahile inenlerin selamlarıyla zihni dağılıyor; bu nedenle de öyküyü tamamlamak için sil baştan kendini öykünün içine balıklama bırakmak zorunda kalıyordu. Bu hal, süre gelip gidiyordu.

Bir ara sessiz kalınca yine o öykünün bahçesinde gezinip durdu.  Yazmak, onun için yalnızlık demekti. Kalabalıkta, yanı başında biri varken asla yazamazdı kalem ve kâğıtla… Oysa, zihninde hep yazıyordu. Durmadan fotoğraf çekiyordu beyninde. Evde, işte, uykuda, yolda arabada sürekli zihni o öyküyü yazmakla meşguldü. Zihninde yazdıklarını kalemle kâğıda aktarma vakti ise hiç belli olmuyordu. Bir keresinde Haliç sahilinden Eyüp’e doğru araba ile yol alırken yine yazası gelmiş, yanı başındaki koltukta duran kalem, deftere gözleri ilişmiş, trafiğin sıkışıklığını fırsat bularak yazmaya başlamıştı. Hem araba kullanmış, hem de o an hissettiklerinin özetini kâğıda aktarmaya çalışmıştı. Bu durumu düşündükçe; günlüğünün bir köşesine yazdığı; “yazmak böyle bir şey…” notu aklına geliyordu hep. Öyle ya, yazmanın vakti belli olmuyordu. Bir kere yazası geldi mi, kimse o isteğin önüne geçemezdi. İşte şimdi yine o yarım kalan öykünün finali sahnesini yazası gelmiş ama deniz kenarında sahilde oturduğu yerde bir türlü zihninde birikenleri kaleme aktarma cesaretini gösteremiyordu.  Yalnızdı, sessiz sakin bir ortamdaydı. Deniz, güneş ve kum ona ilham kaynağı olmuştu ama o bir türlü yazamıyordu.  Yazamıyordu, içinde biriken duygu sellerini, düşlerini, ideallerini, aşklarını, hüzünlerini… Ama zihninde bütün olup bitenleri yan yana getirerek öyküsünü tamamlamaya çalışıyordu. Ancak zihninde oluşturduğu o muhteşem fotoğrafı kayda geçirmeye çalışınca bir türlü çözemediği bir tutukluluk hali yaşıyordu. Bu nedenle de tedirgindi. Kendini sıkmaktan kan, ter içinde kalmıştı. Dişleri gıcırdıyordu.  Kendini toplayıp zihninde olup bitenleri yazabilse… Ah!… Bir yazabilse… İşte bunu başaramıyordu. O büyülü anı dondurup kayda geçirebilse… Şimdi şairlerin durumunu daha iyi algılıyor/yaşıyordu. Onların o şizofrenik ruhunun büyüsünü daha yakından müşahede ediyordu bu esrarengiz atmosferi soluyarak.

O hayal dünyasının farklı ama birbirini büyüleyen atmosferi bir türlü peşini bırakmıyordu. Gün boyu “Düğün” öyküsünün bahçesinde gezinip durdu. Kısa aralıklarla bütün sahnelerini anımsamaya çalıştı kendi kuşağının düğün sahnelerinin. Onlar büyük bir dünya görüşünün çocuklarıydılar. Genç yaşlarda dünyayla, tarihle, geçmişle hesaplaşıyorlardı. Geleceğe yeni bir vizyon biçme misyonunu sırtlamaya çalışıyorlardı. Bu nedenle de yeryüzünün neresinde olursa olsun her hadise, o ve onun gibileri yakından ilgilendiriyordu. İletişim imkânının kıtlığına rağmen gün boyu okuyor, konuşuyor, tartışıyor, bütün haber ajanslarını dinlemeye çalışıyor ve anında dünyanın öbür ucunda cereyan eden hadiselerden haberdar oluyorlardı. Bütün yeryüzü onlardan soruluyordu sanki.

‘Uygulama imkânı olmayan inanışlar, zamanla yok olmaya mahkumdur.’ anlayışından hareketle öğrendiği, düşündüğü, inandığı şeyleri hayatlarında uygulamaya çalışan bir nesildi bu özel kuşak. Fildişi kulelerinde düşünce üretip savaş hattını uzaktan seyredenleri kıyasıya eleştiriyor ve bu tür insanları, aydınları sevmiyorlardı. İşte düğün de hayatlarından bir parçaydı ve inanışlarına göre yapılması gerekiyordu.

Öyle bir gelenek hakimdi ki çevrelerine; normal yaşantılarında içki içmeyenler bile düğün merasimlerinde içkiyi su gibi tüketiyor ve mübah görüyorlardı. Yine günlük yaşantılarında mahrem yerlerini kapatan genç kızlar, kadınlar düğün oldu mu, sanki başka dünyaların insanı oluyor, başka bir moda giriyor ve adeta ortalığı toza dumana boğarcasına saçıp savruluyorlardı.

Bu durum da onları son derece rahatsız ediyordu. İnancın ötesinde insani bir duruşla da bağdaşmıyordu bu olup bitenler. Yeni yeni öğrenmeye çalıştığı ve öğrendiklerini de uygulamaya çalışan bu kuşak, bütün benliğiyle bildiklerini yaşamaya çalışıyorlardı.

Şüphesiz her yeni işin en zor safhası, başlangıç safhasıydı. Onlar da tarihin ara kesitinde yeni bir başlangıca ön ayak olmaya çalışıyorlardı. Bu işin sonu nereye varacak? Bunu tam olarak bilmemekle birlikte, yaptıkları ve inandıkları şeylerde samimi olmaları onların en bariz ve temel vasıflarıydı. Bugün de onları hala var kılan; zaten o samimiyetleri değil miydi?

Bütün zorlamalara rağmen bu öykünün kapsanışını yapmaya gücü yetmedi. Zaten kayıp bir öykü idi yaşadıkları. Duyguları silikleşmiş, düşünce dünyaları değişmiş, yaşamları modernleşmiş, ufukları kararmış bir neslin öyküsü de tamamlanamazdı zaten. Yarım kalan kayıp bir öykü gibiydi bunca zaman yaşadıkları…

-Ekrem bey, Ekrem bey!… İlahi nerelerdesin, aramadığımız yer kalmadı Allah aşkına!… Çok şükür buradasın!

İrkildi bu tanıdık sesle. Yosunlu taşın üzerinde saatlerdir öylesine otura kalmıştı. Güneş batmış, ayın şavkı denize vurmuştu.

Nejla hanım koluna girip sahilden yamaca doğru yavaş yavaş tırmanmaya başladığında ancak gecenin bir hayli ilerlediğini fark edebildi.

kaynak:

Paylaş:

Leave comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.