Yazma sancısı
Paylaş:

Edebiyatseverlerin ve özellikle de şairlerin ilham kaynağı olan mevsimin beşinci durağında soluklanırken edebiyatın kapısını usulce aralamak en iyisi… Hal böyle olunca edebiyat ile başlayan bütün cümleleri önümüzü ilikleyerek selamlıyoruz.

Kelimelerin olabildiğince anlam daralması ve estetik kaygı yaşadığı kırık bir zaman tünelinde edebiyat da mahzunlaşıyor ister istemez. Her şeye rağmen cümleleri tam olarak kuramıyor, kelimeleri unutuyor, harfler ise meramımızı ifadeye kâfi gelmiyor. Haftanın sekizinci gününün veya şairin yirmi beşinci saatinin insanda yaşattığı olağanüstü duyguların başka bir boyutunda yolculuğa çıkıyor insan edebiyat mevsiminde.

Öyle ki; yazmaya ayrı bir zaman ayırmıyorum artık. Ne işten arta kalan boş zamanımda, ne de yatmadan önce kalan vakitlerde yazıyorum.  Yazmak için hafta sonunun gelmesine ise hiç tahammülüm yok.  Aynı şekilde yazmak için izin günlerimin olmasını da bekleyemem. Yazmaya hangi iyi yazar özel bir vakit ayırabilir ki?  Velhasıl yazmaya vakit ayırmıyorum. Çünkü bütün zamanım yazmakla geçiyor. Yürürken aslında yazıyorum farkında olmadan. Çalışırken de… Oturmuş sohbet ederken beynimin bir köşesi yazma faaliyetini sürdürüyor. Yatağımda uzanmış gözlerimi tavana dikerken yeni bazı cümleler ekliyorum kaldığım paragraftan itibaren. En kolayı, aylarca, günlerce beynime yazdıklarımı bir kâğıda veya bilgisayara geçirmektir. Oysa kâğıda yazılan o cümleler daha önceden yazılmıştır. Ben sadece onları bir bütün haline getiriyorum. Edebiyatın böyle bir bağımlılığı var yazın serüvenimde.

Yazmak için bir masa ve sandalyeye asla ihtiyaç duymuyorum. Yazmak; sadece kalem, kâğıt, sandalye ve masadan ibaret değil ki… Elinde kâğıt ve kalemi, masa başında yazma ilhamının gelmesini beklemek beyhude bir uğraştan başka ne olabilir ki. Maharet; kâğıt, kalem, sandalye ve masada olsaydı; yazma eylemini en iyi robotlar becerirdi her halde.

Yazmak için özel bir ilhamın gelmesini de beklemiyorum. Sabahın erken saatlerinde, gün içerisinde veya akşam eve dönüş saatlerinde otobüs durağında beklerken beyninizden hızla akıp geçenleri bir yere not almak aynı zamanda yazma eylemini devam ettirmektir. Bir kenarda büzüşerek veya masada başını avuçlarının arasına alarak ilhami ve şevkinin gelmesini beklemek de yazma eylemi için yeterli değildir. Çünkü yazmak; uzun soluklu bir koşu gibidir.

Yazmaktan başka bir işi olmayanların yazdıklarının insanlığa ne kadar faydası olabilir ki? Çünkü yazı önce yazanı etkisi altına alabilmelidir ki, başkasına da tesiri yansıyabilsin. Dünyasını yazı ile şekillendirenlerin, dış dünyayı ne kadar algılayacakları tartışılır. Çünkü yazı, yaşamın içine girdiği zaman bir anlam kazanır. Hayattan kopuk bir yazı, yazıdan kopuk bir yaşam, ne faydalı ne de bereketli olur. Ünlü şair T.S. Eliot bir röportajda kendisine yöneltilen ‘…bir şair kendine uygun olan herhangi bir iş yapmayıp, sadece yazmaya ve okumaya mı odaklanmalı?’ sorusuna ‘hayır’ cevabını vermekle yetinmemiş; şayet hiçbir işi olmayıp sadece kendini okumaya ve yazmaya adamış olması halinde bu durumun kendi sonu olacağını itiraf etmiştir. Schpenhaur da aynı duruma işaretle; okuma ve yazmaktan başka işi olmayanların yazmamasının daha iyi olacağını dile getirmiştir.

Yazar, yazdıklarının içine sevgisini, hüznünü, acısını katabilmelidir. İçine gönlünü akıtmadıkça yazı hep eksik kalır kanımca. Çünkü yazı görünenin de ötesinde içinde gizli bir ruh taşır. Okuyucu o ruhu yakalamadıkça metne vakıf olması mümkün değildir. Bu nedenle yazarın da o yazıya can olacak ruhu bütün içtenliğiyle esere işlemesi gerekir. İyi bir okuyucu bu durumu hemen fark eder.

Aslında kelimelerin de insan gibi konuşma, görme, tatma, hissetme yetisi vardır. Kimi zaman peşinize takılıp ağlar hüngür hüngür. Kimi zaman aç kalır, susuz kalır. O da seninle birlikte kimileyin güler, kimileyin oynar, hoplar, zıplar. Yani o kelime senden bir parça… Seni şekillendiren o, onu da seslendiren, duygulandıran sensin. Sen olmadan onun, o olmadan senin varlığın kocaman bir hiç. Öyle diyor düşüncenin kırkambarı Cemil Meriç: ‘Kelimeler benim sudaki gölgem, okşayamam onları, öpemem. Bir davet olarak güzel kelime ve dualarda muhterem. Gönülden gönüle köprü, asırdan asıra merdiven.

İşte okuyucu ile yazar arasında kelimelerden örülü böylesine bir köprü vardır.  Ancak kelimelerin gücü ile okuyucu-yazar arasında bağın kuvvetlilik-zayıflılık derecesi ölçülebilir. Bu nedenledir ki; yazar kâğıda düşen her kelimeyi ustalıkla cümlede yerine koymaya çalışır ki, meramı iyice anlaşılsın. Okuyucu da onu aynı incelikle okuyup anlamaya, algılamaya çalışır ki yazarın muradını kavrayabilsin. Yıllardır okuduğum ama yüzünü görmediğim yazarlarla muhabbet bağım böyle gelişmiş, boy atmış, kuvvetlenmiştir. Onu görmeden de sevebilmeli, âşık olmalı, okşamalı, koklamalı…

Kelimelerin böyle bir serencamı var okuma serüvenimde.  En çok da düşüncenin kırkambarı Cemil Meriç’te, Sezai Karakoç’ta, Yahya Kemal Beyatlı’ de, A. Hamdi Tanpınar’da, Maria Rilke’de, Geothe’de, Balzac’ta  bu naif zevki tatmışımdır. Onların iç dünyasında uzun, dalgalı seyahatlerde bulunur; kumsallarında güneşlenir, birlikte oturup çay içer, birlikte ağlar, birlikte gülersiniz yazdıklarını okurken.  Özellikle de edebi eserleri okurken bu tadın dozajı daha yükselir.

Kâğıda düşen cümlelerin okuyucuda yankı bulması, yazarın en büyük dileği… Onu bahtiyar kılan, kalemine katalizör olan okuyucu desteğidir. Seyircisi olmayan tiyatro, dinleyicisi olmayan hatip, okuyucusu olmayan yazar ne kadar verimli olabilir ki? Dikkatli bir okuyucu, arının çiçeklerden balı özümsediği gibi bahçesine konuşlanan yazarlardan faydalanabilmeli. Dinlemesini bilirsen, dünyanın en aptal insanından bile birçok şey devşirebilirsin.  En yeteneksiz yazardan bile öğrenilecek çok şey vardır, şayet okumasını becerebilirsen.

Yazı, tarihin boşluğuna bırakılan önemli bir nottur. Bu önemli notu bırakanın ciddiyet ve titizliği yazıyı şekillendirir. Dolayısıyla tarihi misyona bir sahip yazar; ‘niye yazmak istediğinin’ farkındadır/farkında olmalıdır. Belli bir sorumluluk bilinciyle yazılmayan yazıların; karanlık bir odada körün tekme savurmasından bir farkı yoktur. Çünkü yazmak; sorumluluk, fedakârlık ve sabır ister.

İtiraf etmeliyim ki; yazmak dürtüsü bazen insanı çileden çıkartır. Yazmak zorunda kalmak o kadar ağır gelir ki insana, ölüm bile bir hiç olur o zaman insanın gözünde. O an elinde kalem varsa… Aklına ne gelirse yazarsın. Birilerinin o yazıyı okuyacağı hiç de umurunuzda değildir. Yok, edebi imiş, yok imla kuralları, yazı kendini okuyucuda buluyormuş bunların hiçbiri umurunuzda değil. Öylesine yazadurursunuz umutsuzluk durağında.

Her yazar bu hali çok yaşar ama yazmaz. Ya da çoğu kere farkında olmadan içine yazar. Yazar maskesini çıkarınca ve tüm çıplaklığıyla yüreğini ortaya koyunca… Evet, işte o zaman yazar olur.

Sadece yazmış olmak için yazılanların tesir derecesi çok azdır elbette. Bıkmadan usanmadan tüm içtenliği ile yazmalı ve yeri geldiği zaman tüm yazmaları gözden çıkarmalı.

İşte okuyucu okuduğu kitabın, yazının böylesi sancılar neticesinde ortaya çıktığı bilinciyle okursa daha anlamlı bir okuma gerçekleştirmiş olur.

 

Paylaş:

Leave comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.